0

Tekel işçilerine ilaç desteği

İlaç, benim işim.

İçeriğini bilirim; nasıl imal edildiğini, kime nasıl, ne zaman verileceğini..

Ekonomisini, stratejisini, siyasetini bilirim.

İlaç, benim hayatım
.
Geçim kaynağım, dünyaya çevrilen gözüm, objektifim.

İlaç, benim insanlarla kurduğum ilişkilerde ara durağım, sevincim, hüznüm.

İlaç, hayata geri döndürdükleriyle benim çok şükürüm.

Ama bu hafta ilaçtan da ötesini keşfettim: Mucize Molekül!

Tek bir doz, minicik tek bir doz.. İnsana kendini iyi hissettiren, gençlik aşısı gibi bir şey..

Dize derman, çeneye kuvvet, ruha ferahlık, cilde renk veren bir minicik doz.

Bu yazı, bu mucize molekülün keşfini ve onu nasıl elde edeceğinizi anlatır.

Arkadaşlarıma bir mesaj çekmemle başladı keşfe yolculuğum: “Arkadaşlar, ben Çarşamba günü Ankara’ya gidiyorum. Trenle; Tekel İşçileri’ne ilaç götürmeye.. Gelmek isteyenler gelsin; gelemeyenler ilaç göndersin.”

Yolculuk akşamı, dört dinazor eczacı, peronda kendi getirdiğimiz dört koli ilaçla hareket saatini beklemeye başladık. Eczanelerin kapanmasından birkaç dakika sonra, trenin kalkmasına dakikalar kala, ortalık bayram yeri oldu: Peron, kimi kucaklarında poşet taşıyarak, kimi daha büyük kolileri yerlerde sürükleyerek bize yetişmeye çalışan arkadaşlarımızla doldu! İnanılmaz bir duygu seli, tarif edilemez bir heyecan, bir burun direği sızlaması..

Bütün bir gece, yolculuk süresince ilaçları açıp gruplarına ayırdık. Bu sırada Devlet Demir Yolları İşçileri’nin etrafımızda pervane olmalarını, bize yiyecek ve içecek taşımalarını anlatamam, yaşamanız gerek.. Varmış, diyorsunuz, insanlık hala varmış..

Yumuşacık karın şehrin gürültüsünü alıp dağıttığı bir Perşembe sabahı, istasyondan çıkıp, Tekel İşçileri’nin barındığı, daha doğrusu, barınmaya çalıştığı sokağa geldik.


Bizi önce eczaneye dönüştürdükleri yere götürdüler. Sendika toplantı salonunun sahnesi eczaneye dönüştürülmüş; hüzünlü bir acil durum eczanesi..

Bu tarz eczaneyi bir kez daha görmüştüm, yıllar önce.. İçimde bir yerler bir kez daha sızladı. Kocaeli depreminde, buna benzer yerler kurmuştuk hastane bahçelerine, lobilere, çadırlara.. Gelen ilaçları yine şimdiki gibi kolilere ayırmıştık; gelişigüzel yerlerde, kutuların içinde, masaların üzerinde kullanıma açmıştık. İşte bu da bir depremdi. Ve insanlar.. Battaniyelere sarınarak sağa sola kıvrılmış insanlar.. Sandalyelerin üzerinde, yerlerde uyumaya çalışan insanlar.. Bir yatakları olmayan, tam 45 gündür yatacak döşekleri olmayan insanlar.. Yaralarını saracak kimseleri, tedavi edecek ilaçları, banyo yapacak sıcak suları, başlarını okşayacak çocukları olmayan insanlar..

Gözlerine, bakabilirseniz eğer, çok şey görüyordunuz: Umut, umutsuzluk, acı, öfke, sevinç, inanç.. Yıllar sonra aldatılmış ve terk edilmiş kadın ve erkek gözleri görüyordunuz.

İlaca dair işimizi bitirip, bizi misafir ettikleri çadır bozması tentelerin altına girdik. Gece yağan kar, yerini çadırların altından akan kirli, çamurlu, buza bırakmıştı. Derme çatma sobaların başında bekleşen işçilerin hemen hepsi hasta, sesleri çatallaşmış, bronşit, faranjit olmuş durumdaydılar. Yaklaşık her on dakikada bir, bir mikrofon ve bir kamerayla basın giriyordu içeri. Yılmadan, bıkmadan usanmadan konuşuyorlar, anlatıyorlar, bordrolarını gösteriyorlar, ölmek var dönmek yok diyorlar, ağlıyorlar, öksürüyorlar ve direniyorlardı.

Mucize molekül bu yazının neresinde ortaya çıkacak diyeceksiniz? Tam da burasında!. Kendi eczanelerimizde hastaları beklemek yerine, bu kez biz onlara gittik ve paylaşmanın, dokunmanın, bir şeyler yapmanın vücudumuza, ruhumuza ne kadar iyi geldiğini bir kez daha keşfettik.

Ömrünüzü uzatacak rahat işlerde çalışabilirsiniz. Daha sağlıklı olabilmek için avuç avuç vitamin yutabilirsiniz. Spor yapabilir, yüzünüze kremler sürebilirsiniz. Bunlar iyi.. Bunlar iyi de, yetmez. Yaptıklarınızın tamamını yapmakta olan eczacınız olarak, bunlardan daha fazlasını, size iyi gelecek olanı, sizi zinde tutacak şeyi, ilaçtan da ötesini; Mucize Molekül’ü öneriyorum.

Fakat maalesef Mucize Molekül en yakın eczanede yok; imal edildiği yere gitmek gerekiyor. Şu anda yurdumuzun bazı yerlerinde, ama en kalitelilerinden biri Ankara’da imal ediliyor. Acele edin, bitmeden, tükenmeden davranın. Üşenmeyin; kazma kürek sallamayacaksınız; ağır yükler taşımayacaksınız; bir halı saha maçındaki, bir tenis kortundaki kadar enerji harcamayacaksınız. Sadece gidip o mucize molekülün yayıldığı havayı soluyacaksınız; hepsi bu! Etkisini anında göreceğinize, bizzat denemiş eczacınız olarak garanti veririm.

Kalkın yerinizden, birileri için, kendiniz için bir şeyler yapın; sadece konuşmayın, izlemeyin; yapın.

Yapın ki..

Sağlıkla kalın.

0

Prestij

Film seyretmeyi severim. Bende iz bırakanlarını da mutlaka arşive alır, bazen eş, dost, arkadaşla, bazen de kendi başıma tekrar izlerim. Hafta sonu arşivimi düzenlerken bir tanesini seçip tekrar izledim. Son zamanlarda hızla içine sürüklendiğimiz karmaşa ve bunu besleyen yanılsamaların sistematiğini sanki bir anda karşımda gördüm.
Yazının başlığı, tekrar izlediğim ve bir kez daha, farklı bir açıdan etkilendiğim filmin adı.. İllüzyon, diğer deyişle yanılsama hakkında çok güzel bir yapıt; herkese izlemesini öneririm.

Film süresince, bir anlatıcı, etkileyici bir ses tonuyla, belirli aralıklarla bir şeyler anlatır. “Dikkatli bakıyor musunuz?” diye başlar sizle sohbete ve devam eder:

“Her sihirbazlık numarası üç bölüm ya da perdeden oluşur. Birinci bölüme Vaat denir. Sihirbaz size sıradan bir şey gösterir; iskambil destesi, bir kuş, ya da bir insan. Son derece gerçek, üzerinde oynanmamış, normal bir şey olduğunu görmeniz için nesneyi incelemenizi ister. İkinci bölüme, Dönüştürme denir. Sihirbaz nesneyi alır ve onu olağanüstü bir şeye dönüştürür veya yok eder. Siz bu sırada hilenin sırrını ararsınız ama bulamazsınız. Çünkü dikkatli bakmazsınız. Siz sırrı bilmek değil, kandırılmak istersiniz. Nesneyi bir abrakadabra ile yok etmiştir ama henüz alkışlamazsınız; çünkü bir şeyi yok etmek önemli değildir, onu geri getirmek gerekir. İşte bu yüzden her sihirbazlık numarasında bir üçüncü perde bulunur, yani en zor bölüm; Prestij bölümü.”

Arka plandaki bu konuşmayı dinlerken, filmde bir sihirbaz, içinde kuş olan bir kafesin üzerine örtü örter. Ellerini havaya kaldırır, olanca kuvvetiyle örtüye, dolayısıyla kafesin üzerine vurur. Kafes de kuş da yok olmuştur; masanın üzerinde sadece örtü kalmıştır! Salona tam bir şaşkınlık ve sessizlik hakimdir. O sırada, seyirciler arasında bulunan küçük bir çocuk, “Onu öldürdü!” diye ağlamaya başlar. Çevresindekiler kuşun ölmediğini, geri geleceğini söyleyerek çocuğu susturmaya çalışırken, sihirbaz, yakasındaki karanfili eline alır, başka bir örtüyle örter. Örtüyü kaldırdığında artık elindeki karanfil değil, kuştur; az öce kafeste neşeyle kanat çırpan kuş.. Fakat çocuk tekrar ve daha kuvvetli ağlamaya başlar: “Hayır, onu öldürdü, bu o değil; kuşun kardeşine ne oldu?”

Salondakiler Prestij’i kabul etmiş coşkuyla alkışlarken, çocuk Dönüşüm’deki aldanışın ve Vaat’in geri gelmemek üzere yok edilişinin acısıyla ağlamaktadır.
Filmi izlemeye devam ettikçe görürsünüz ki, her şey son derece planlı bir aldatma mühendisliği üzerine kurulmuştur: Kafes, yukarıdan vurulduğunda telleri birbirine geçerek yamyassı hale gelebilen bir mekanizmaya sahiptir. Masada, bu vuruşun şiddetiyle içeriye giren ve yassı kafesi alttaki gizli çekmeceye düşürüp yok eden hareketli bir yüzey vardır. Evet, kuvvetle vurunca kafes katlanmış, iç çekmeceye düşerek yok olmuş, masada sadece örtü kalmış, bu sırada kuş da kafesle beraber ezilerek ölmüştür. Sahne arkasında, diğer gösterilerde kullanılacak olan düzinelerce kuş, yeni katlanır kafesleri içinde sırasını beklemektedir.
Gösteriyi yapan, çocuğu asla susturamayacağını anlamıştır. Sahneden iner, yanına gelir, küçük bir hileyle çocuğun kulağından bir para çıkararak kendisine verir. Çocuk parayı alınca susar. İllüzyonist çocuğa şunu söyler: “Sırrı kimseye söyleme. Anlatman için peşinden koşarlar; söylediğin anda gözlerinde bir hiç olursun. Anlatacağın sır hiç kimseyi etkilemez; kullandığın hile ise her şeydir!”


İşte o an koptum! Tam da bu!.. dedim kendi kendime, yaşanan tam da bu! Hayatın her alanında ama özellikle mesleğimde yaşanan kesinlikle bu: Sihirbaz, planlı, programlı, prova edilmiş düzeneklerle hepimizin dikkatini dağıtarak kuşu öldürüyor..

İlacı ucuzlatıyorum diyerek Vaat bölümünü oluşturuyor. Seyircinin dikkatini sahneye odaklıyor.
Kafes içinde bir Micardis kuşu getiriyor. Üzerine bir örtü örtüyor.

Sonra Dönüşüm bölümü başlıyor; jumbojenik, eşlenik, biyojenerik, eşdeğer, abrakadabra!.. deyip, olanca kuvvetiyle vuruyor örtülü kafese. Kafes de, Micardis kuşu da yok oluyor.

Prestij bölümünde, cebinden bir ampul çıkarıyor; elindeki ampulü başka bir örtüyle kapatıyor; örtüyü açtığında yine aynı kuş..

Dikkatli bakıyor musunuz? Bu kuş, o kuş değil; bu Micardis Plus kuşu!

İkisi de aynı gibi gözüküyor, fakat değiller: Tansiyon düşürücü Micardis’in tek etken maddesi var, telmisartan. Oysa aynısı zannettiğiniz eşdeğer Micardis Plus’ınki ise telmisartan artı hydroclorotiazid.

Hydroclorotiazid, kuvvetli bir idrar söktürücü! Micardis kullanan yüksek tansiyonlu diyaliz veya şeker hastası, Micardis Plus kullanacak olursa, sonuç üzücü olur. Tek etken maddeli ilaçla tansiyonunu kontrol edecekken, artık bir de idrar söktürücü etken madde kullandığından, vücut kimyası, elektrolit dengesi bozulur.

Ve siz seyirciler, gösteri öncesi hiçbir fiyat farkı ödemeden almakta olduğunuz bu ilacı, gösteri sonrasında artık 11.75 lira fark ödeyerek almaya başlarsınız. Evet, 60 liralık fiyat 45 liraya düşmüştür, ama dikkatli bakarsanız, ek ödeme ve farklı etken maddeyi görürsünüz!
Sahne arkasında, diğer gösterilerde kullanılacak olan düzinelerce kuş, yeni katlanır kafesleri içinde sırasını beklemektedir:

6.87 liralık Beloc Zog 50, Prestij öncesi 1.62 lira fark ödediğiniz kuştur. Prestij sonrası yine 6.87 liradır ama artık 2.22 lira fark ödersiniz.
1.36 lira fark ödediğiniz 26.91 lira etiketli Lansor 30/28 kuşu, gösteri sonrasında 3.73 lira fark ödediğiniz 25.50 lira etiketli bir kuş olmuştur.
Vaat, fiyatı düşürmek. Fakat dikkatli bakmazsanız, kafesteki 2.50 liralık Bephanten Krem’in Prestij sonrası 4.50 liraya Dönüşüm’ünü göremezsiniz. Aynen Vicks Pomat’ın 2.40’tan 5.90’a dönüştüğünü göremediğiniz gibi..

Ampulden kuş yapan illüzyonist, ilaç fiyatını düşürerek tasarrufunuzu Vaat ediyor. Dönüşüm’de eczacıyı mağdur ediyor, vatandaşın sağlığını riske atıyor ve cebini boşaltıyor.

Dikkatli bakıyor musunuz? Prestij’e iyice bakın.

Sağlıkla kalın.

1

Rus Ruleti

Kaybedileni yaşam olan bu kumar, genelde silaha tek mermi konarak oynanır. Taraflar sırayla namluyu kafalarına dayar, tetiği çekerler ve o anda şansa haznede mermi varsa biri gider, diğeri kalır. Peki ya bu tatsız oyun şarjör doluyken oynanırsa ne olur?

Hükümet şu anda rulete oturdu ve maalesef dolu şarjörle: SGK’ya eczane sözleşmelerini feshettiriyor, paralı ilaç devrini başlatıyor! En çok oyu aldığı ve yandaşlarına en çok kazancı sağladığı sağlık politikasını terk ediyor ve halkı, sağlık merkezlerini, eczaneleri karabasan günlere geri döndürüyor!

Peki, neden, hangi gerekçeyle bunu yapıyor hükümet?

İlaç fiyatlarındaki indirim nedeniyle kârlılıklarındaki düşüşü gerekçe göstererek eylem yapan eczacıların boykotuna karşı gücünü göstermek için yapıyor. Her zamanki gibi, hak arayışındaki her kitleye yaptığı gibi, halkla eylemciyi karşı karşıya getirmeye çalışıyor. Sorunu çözmek yerine kitleleri birbirine kırdırmanın dayanılmaz kolaylığıdır bu.

Velev ki eczaneler seslerini duyurmak için bir günlük eylem yapmış olsun; karşılığı bu mudur? Bir şey anlatmaya çalışanların sözleşmesini feshederek tüm eczaneleri, çalışanlarını, hastalarını süresiz zulme uğratmak mıdır?

Çok moda olan bir sözcük özetler bu yapılanı: Orantısız Güç Kullanmak!

Ortada ciddi, gerçekten çok ciddi bir sorun var: Eczaneler zorda!

Hiçbir politika, hiçbir muhaliflik gereği suni olarak yaratılmayan, tamamen hayatın gerçeğinden kaynaklanan bir sorundan söz ediyoruz; ekmek parasından söz ediyoruz.

Sizi detaya boğmadan anlatmaya çalışayım. Ayrıntıları dipnot olarak vereyim. Bu işi yaparken kullanacağım veriler 2008 yılı SGK Eczane Provizyon Sistemi’nden alınmıştır; hükümetin verileridir.

Fiyat İndirimi Öncesi

Fiyat İndirimi Sonrası

Aylık Ciro

40.000 TL

31.600 TL

Kar

7.525 TL

5.944 TL

Faaliyet Giderleri

5.065 TL

5.065 TL

Net Kazanç

2.460 TL

879 TL

Vergi (21,2%)

522 TL

186 TL

Vergi Sonrası Kar

1.938 TL

693 TL

Eğer bir eczanenin aylık cirosu fiyat indirimi öncesi örneğin 40.000 liraysa şimdi 31.600 liraya geriledi, fakat, masrafları hiç de gerilemedi.

Bu eczane sadece 2 personel çalıştırıyorsa, maaş, kira, stopaj, elektrik, su, mali müşavirlik hizmeti, telefon, internet gibi giderleri sonrasında 693 TL kazanıyor.

Eczacı, 693 TL kazanıyor! Bu da eczacılığın asgari ücreti olarak literatüre geçsin.

Ve aylık cirosu 40.000 lira olan eczane sayısı 9.787.. Yani 21,886 eczanenin %45’i ayda sadece 693 lira kazanarak yaşamaya çalışıyor! Hani bir de eczacı coşup, devlet memuru aylığı isteyecek olsa, bu yüzde ne hal alır? Her gün binlerce hastayla uğraşan eczacı yanılıp bir mühendis maaşı istese, kritere uyan açık eczane kalmayacak. Var mı başka söze gerek?

Kaldı ki bu veriler ortalama değerlerde. İşin aslı, aylık 40.000 lira ciro yapan hiçbir eczanede iki personel olamaz, hizmete yetmez. Eczaneler hep köşe başlarında ve giriş katında olduğu için kiraları çok daha yüksektir. Bir tek harf yanlışlığı veya telefon numarası eksiğinden dolayı ödenmeyen ve misliyle ceza kesilen reçete adedimiz oldukça fazladır ve tamamen zarara yazar. Online işlem yaparak bilgisayar ekranından provizyon aldığımız için bilgisayar sistemlerimiz çok gelişmiştir ve sürekli bakım altındadır; bu da sürekli yatırım kalemidir.

Ey ahali! Soruyorum; var mı anlaşılmayan bir şey? Bu durumu anlatamayıp eczanemizi bir günlük eyleme sokmamıza rağmen anlamak istemeyenler neyin peşindedir? Derdimizi anlatmamız, niçin orantısız bir güç kullanımını gerektirmektedir? Bu ne hiddet bu ne celal?

Sözleşmelerimiz feshedilecekmiş!

Edilirse ne olur? Her bir eczanenin hizmet verdiği ortalama üç bin kişi mağdur olur. Ki bu insanlar, ekmek bulamazsanız pasta yiyin diyemeyeceğiniz bir kitleyi oluşturmaktadır; o ilacı o anda kesinlikle almak zorunda olan hasta ve yakınlarıdır.

Biz o kitleye anlatırız ve anlarlar. İşyerlerimiz halkımızın nabzını her an tutan bir özelliğe sahiptir. Hangi vekil, hangi bakan her gün bu kadar insanla sohbette, yardımda? Hangi bürokrat halkıyla sürekli sıcak temas halinde? Hangi partinin her gün, her derde deva olan 22.000 seçim bürosu var?

Eczanesi kapanan 100.000 teknisyen işini, aileleri aşını kaybeder.

Eczanesi kapanan halk, sağlığını kaybeder.

Eczanesi kapanan hükümet, milyonlarca insanın güvenini kaybeder.

Eczanesi kapanan eczacı, 693 lirasını kaybeder.

Sözleşmelerimiz feshedilecekmiş!

Bu tehdidi, zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olanlara yapın.

Ey ahali; bizimle kalın.

Sağlıkla kalın

0

'Özür Dilerim Padişahım…'

Öyküyü bilenleriniz vardır; padişah yarışma düzenlemiş: “Kulum bana karşı öyle bir kabahat işlesin ki, boynunu vurdurur olayım. Ama özrü de kabahatinden büyük olsun ki, hayatını bağışlayayım ve şu kese altını vereyim”.


Çok kelle gitmiş bu yarışma uğruna ama elbet bir kazananı da olmuş. Merdivenlerden birlikte çıkarlarken padişahı el ile taciz etmiş yarışmacı kul ve hemen özrünü sunmuş: “Özür dilerim padişahım, sizi kraliçem hazretleri sandım”.


Benzer durumu evrensel “ilaç magazini” n de çokça yaşar olduk. Sağlık ve ilaç konusundaki kabahat ve özür haberleri dur durak bilmez bir yarış halinde. Tabi burada özür sadece benzetmeden ibaret; özür dileyen de yok aslında. Bunca zaman doğru olarak bildiğiniz şey yanlışmış, diyorlar olup bitiyor.


Gün geçmiyor ki hastalarım ellerinde bir gazete kupürüyle eczaneye gelmesinler: Bir gün C vitaminin faydaları, ertesi günü yapay C vitamininin zararları… Bir gün aspirinin yararları, ertesi gün aspirinin aslında hiçbir şeye yaramadığı… Bir gün ‘aşı yaptırmayın’ polemiği, ertesi gün ‘aman ha mutlaka yaptırın’ öğüdü… Sürekli bir elleme ve örtülü de olsa hatayı düzeltme durumu yaşanmakta. Hastalarım ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar.


Bir haberi size aynen aktarıyorum; kocaman başlığı var: ”Viagra’ya başla, uyuşturucuyu bırak!” Ve devamı: ‘İsveç’te yapılan bir araştırmaya göre, iktidarsızlık ilacı Viagra, uyuşturucu bağımlılarının tedavisinde olumlu sonuçlar alınmasını sağlıyor.’ İnterpress’te yayınlanan haber böylece sürüp gidiyor …


Şimdi bu araştırmayı İsveç’te hangi bilim adamı yapmış? Bu iddia hangi bilimsel makalede yayınlanmış? Haberde bunlar belirsiz. Gerçekte böyle bir çalışma yapılmış mı, onu da bilemiyoruz? Eğer böyle bir çalışma varsa, çalışmanın tamamında bilim adamlarının söylemek istediği bu mudur, emin değiliz? Pek çok insan başlık ve giriş paragrafını, giriş paragrafının evirilip çevrilip değişik cümlelerle tekrarlı anlatılışını yeterli buluyor; kim ne yazıyorsa hemen inanıveriyor.


Oysa bu haber, potansiyel bir sağlık probleminin tetikçisidir. Nasıl mı? Viagra’nın içindeki etken madde sildenafil güçlü damar genişletici etkiye sahiptir. Uyuşturucu genelde alkolle birlikte kullanılır. Alkol de akut kullanımda aynı etkiye sahiptir. Her iki maddenin de aynı zamanda kullanılması, kan basıncı üzerinde ani düşüşlere yol açabilir. Alkolü de bir kenara bırakalım, sildenafil’in özellikle orta ve ileri yaş grubunda kullanıldığını, o yaş grubunda aynı zamanda tansiyon ilacının yaygın kullanıldığını düşünürsek, kişinin yaşayabileceği sağlık sorunlarını tahmin etmemiz güç olmayacaktır.


İşte size bir haber daha: “Araştırmalar Ginseng’in stresi yok edici etkiye sahip olduğunu söylüyor.” Hadi bakalım… Hangi araştırmalar, nerede yapılmış, kaç kişi üzerinde denenmiş? Haberin kaynağı neresidir? Yok; hiçbir sorunun yanıtı yok! Her şey belirsiz. Belirgin olan bir şey var, o da, kadınların büyük bir bölümünde var olan fibrokistlerin, ginseng kullanımında arttığı!


Kafamıza vura vura şartlandırdıkları format belli: En çok okunan, izlenen haber, magazin olarak sunulan haber. Ne var ne yoksa bu formata göre hazırlansın ki okunsun, izlensin. Sağlık da bundan nasibini almalı, vermeli bol magazin soslu coşkuyu.


Sağlığın magazinleştirilmesi belki çok okunmasını sağlar, ama, pek çok sağlık sorununu da beraberinde getirir.


Sağlık asla spekülasyon kaldırmaz. Hastanın hikayesini bilmeden ginseng’e özendirmeye kalkmanın vereceği zarar, ikoncan adının yanlış yazılmasının vereceği zararla kıyaslanamaz. Bunun özrü yoktur, olsa da özür dileyene nedense hiç rastlanmaz.


Ülkemizde bilinçsiz ilaç kullanımı çok önemli bir sağlık sorunudur.


Komşumuzun tansiyon ilacını, annemizin ağrı kesicisini, arkadaşımızın sakinleştiricisini hiç tereddüt etmeden kullanırız.


Gazetelerde yazan her zayıflama ilacını, her uzun ömür formülünü, her detoksu hiç değilse bir kez denemek isteriz.


Sağlık rantiyecisi olmak için birbiriyle çılgınlar gibi yarışan “bilim adamları” nın halk sağlığını hiçe saydığı günümüzde, hiç değilse medyanın, bilimsel gerçeklere uygun bir yayın politikası izlemesi ve sağlık haberlerini uzman denetiminde hazırlaması gerekmez mi?


Sağlık dedikoducularından uzak kalın.


Sağlıkla kalın.

0

İLAÇ Kişiye Özel mi?

Bilgisayarınızın karşısına geçin. İnternet arama motorunuzu açın; diyelim ki bu Google olsun. Aranacak şey satırına “kişiye özel” yazın ve enter’a basın. Ne kadar çok sonuç aldınız değil mi? Beş milyon üç yüz altmış bin sonuç! Bu kadar başlık ve bu başlıklar altındaki bilgiye hizmet veren site var: Kişiye özel hediye, çikolata, gömlek, takvim, kitap, diyet, plaka.. ne ararsanız var.

Hizmet varsa, elbette bu hizmeti isteyen de var. Her şeyin tekdüzeleştiği, birbirine benzediği günümüzde, insanlar refleks olarak kendilerini ayrıştırmak, farklılaştırmak istiyorlar belli ki.. Marka merakının altında da bunu bulabiliriz. Yeme ve eğlenme yerlerinin ömürlerinin kısalığı ve yenilenme sıklığı da sanırım bunu anlatır.

Araba, sadece bir ulaşım aracı olsaydı, bu kadar marka ve model olabilir miydi?

Peki, bu denli ‘kişiye özel’ meraklısıyken, en önemli konuda, kişi’yi oluşturan ana malzeme olan vücut sağlığımız konusunda da bu duyarlılığımız var mı?

Biraz daha netleşirsek, vücut sağlığımızın da ana malzemesi olan ‘ilaç kullanımı’ konusunda da son derece hassas mıyız; ‘kişiye özel’ miyiz?

Her gün milyonlarca insanın kullandığı aynı ilacın, her bir insan için özel etkileri olduğunu biliyor muyuz? Başucu ilacımız diyebileceğimiz aspirin’in bile her kişi için ayrı etkisinin farkında mıyız?

Kalp ve damar hastalarının çok yakından bildiği, sıklıkla kullandığı bir ilaç vardır; Coumodin. Bu ilaç iki tarafı keskin bir bıçak gibidir: Dozu az alırsanız; kanınızın akışkanlığı azalır, damarlarınızda koyulaşır, sonucunda damarlarınız tıkanır. Aksine, dozu fazla aldığınızda da kanınız çok sulanır; bu durum da oldukça tehlikelidir, çünkü istenmeyen ve durdurulamayan kanamalara yol açar. İlaç kullanımınız hakkında bilgilendirme yapmadan geçireceğiniz en ufak bir cerrahi operasyonda dahi hayatınız tehlikeye girer. Bu nedenlerden dolayı bu ilacı kullanan hastaların belli aralıklarla kan pıhtılaşma seviyesine baktırmaları gerekir. Çok önemli bir başka konu da, bu ilacın pek çok ilaçla, örneğin, aspirin ve doğum kontrol ilaçları gibi diğer ilaçlarla etkileşime girerek etkinliğini arttırması veya azaltmasıdır.

Coumodin dediğimiz bu ilaç o kadar kişiye özeldir ki, internette çok ciddi bir sitesi kurulmuştur. Diyelim ki kalp hastasısınız, sitedeki forma bilgilerinizi girersiniz: Cinsiyetiniz, sigara içip içmediğiniz, kullandığınız diğer ilaçlar önünüze açılan ekranda sorgulandıktan sonra gen şifreniz dahi istenir. Sonuçta, size uygun doz belirlenir.

Yukarıda basit iki örnekle anlatmaya çalıştığım ciddi konu şudur: Eğer boşuna avuç avuç ilaç yutmak istemiyorsanız, tedavinizde kaş yapayım derken göz çıkarmak istemiyorsanız, bağışıklık sisteminizi yıkmak istemiyorsanız, ilaç kullanımında genel ve özel doğrulara uymak zorundasınız!

Genel doğrular bellidir: İlacı komşu tavsiyesiyle değil doktor muayenesiyle ve eczanenizden alacaksınız; saatinde ve aksatmadan kullanacaksınız; ‘iyileştim’ varsayımıyla ilacı kesmeyecek ve tamamen bitene dek kullanacaksınız; ‘aç karın-tok karın’ kavramlarını bileceksiniz.

İlaç kullanımında ‘özel doğru’ nedir, derseniz, ilacın ‘kişiye özel’ kullanımıdır derim. Her bir kişinin hastalık ve ilaç geçmişi kendine özeldir. Ailenin ve kalıtımın etkileri ilacı kişiden kişiye farklı kılar. Ahmet Bey’in ailesi sebze ağırlıklı besleniyordur; spor alışkanlıkları vardır; tütün kullanmıyorlardır; alkol tüketmiyorlardır; stres azdır; meyve çoktur; kalıtımsal damar sertliği, kalp ve şeker mirasları yoktur. Mehmet Bey’in ailesi hamurcudur; bakkala bile arabayla giderler; alkol, tütün, meyve yoktur ama et tüketimi çoktur; kalıtımsal şeker vakaları vardır. Ahmet ve Mehmet Bey’lerin hastalık teşhisleri ve kullandıkları ilaç birebir aynı da olsa, vücutlarının vereceği tepkiler farklıdır ve tam anlamıyla ‘kişiye özel’ dir. Üstelik bu ilacın yanında kullandıkları diğer ilaçlar da varsa, ki mutlaka vardır ve sayıları beşten az değildir, ilaçların birbirleriyle etkileşimleri ve tedaviye katkıları farklıdır.

Söz konusu farklılığın temelinde DNA yapıları yer almaktadır. Bilim dünyası antibiotiklerin keşfinden sonraki en önemli buluşun DNA şifrelerinin çözülmesi olduğu konusunda hemfikir. Çıkarılan gen haritası sayesinde, çok yakın bir gelecekte kalp, kanser, şeker, parkinson, alzheimer gibi hastalıkların tedavisinde çok önemli adımlar atılacak ve ‘ilaçların kişiye özel kullanımı’ ile, yaşam kalitesi yükselecektir.

Her insanda bulunan yaklaşık elli trilyon hücrenin çekirdeğinde insanın fiziksel ve sağlık durumunu belirleyen kromozomlar vardır. Kromozomlarda da dizilişleri insandan insana, ırktan ırka farklı olan DNA’lar bulunur. Bu diziliş sırasına, genetik şifre adı verilir.

Genetik şifrelerin çözülmesiyle elde edilen ‘kişiye özel’ yaklaşımlarla, günümüzde ilaç dozları çok daha iyi ayarlanmaya başlanmış ve hastalarda ilacın yan etkilerini ve birbirleriyle olumsuz etkileşimlerini en aza indirmek mümkün olmuştur.

Doğru teşhis, doğru ilaç kadar, ilacın dozunu ve diğer ilaçlarla etkileşimini doğru ayarlamak da çok önemlidir. Bu da reçeteleriniz; hastalık özgeçmişiniz; aile yapınız, varsa kalıtımsal miraslarınız ve yakında elde edebileceğiniz gen haritanızla ilgilidir..

Bu konuları kendileriyle sürekli paylaştığım hastalarım artık tüm verileriyle başvuruyorlar; bilgi formlarını dolduruyorlar; ben de mesleğimin sanatını uygulama mutluluğuna eriyorum: Onlara, “kişiye özel” olarak hangi ilacı hangi koşullarda kullanırlarsa “gerçekten” iyileşeceklerini anlatıyorum. İlaçların her birini hangi diğeriyle, tam da hangi saate, hangi koşulda almaları gerektiğinin çizelgesini veriyorum.

Biliminin özel’lerini bu denli çoğalttığı bir çağda, şu söz ne kadar da anlam kazanıyor: “Kişiler arasında bu kadar değişkenlik olmasaydı, tıp bir sanat değil, bir bilim dalı olurdu”.

Sağlıkla kalın.

0

Yangın var!..

Hükümet en çok oyu sağlık politikaları üzerinden aldı. Ancak, uyguladıkları sağlıkta dönüşüm projesi, sağlığın özelleştirilmesiyle birlikte, harcamalarda karşılanamaz artışları da beraberinde getirdi. Artan harcamaların üstesinden gelemeyen hükümet, bunun faturasını gözünü kırpmadan halka, hekime ve eczacıya kesti.

Ekim 2009’dan bu yana vatandaş muayene ücreti ödemeye mecbur edildi. Eczacı hiçbir kazancı olmayan, aksine halkla karşı karşıya gelerek maddi manevi zarara uğratan bu işe bedava memur olarak tayin edildi. Bununla da yetinilmeyip, bir yıldır gidilen tüm sağlık kurumlarının muayene ücretleri geriye dönük olarak vatandaştan tahsil edilmeye başlandı.

Ayrıca orijinal ve muadil ilaç arasındaki fiyat farkını da vatandaştan alan hükümet, emeklinin üç kuruşluk maaşına da göz dikti: Dün eczaneme gelen emekli karı kocanın ilaç farkı ve muayene ücretleri toplamı 70 lira idi. Bunu bir de şöyle düşünün: Kronik hastalığı olanların, dializ veya kanser hastalarının, haftada iki veya üç kez üniversite hastanelerine gittiklerinde sadece muayene ücreti ayda 96 TL tutar ve bu ücreti ödemeden de ilaçları alamazlar!

Hükümet, ilaç alım satım koşullarını değiştirmek için ikide bir genelge yayınlayıp, ertesi gün uygulanamazlığını görüp, başka bir yeni genelge yayınlar, ya da uygulanmasını ileri bir tarihe öteler hale geldi.

Örneğin, bir genelgeyle, tansiyon ilaçlarının büyük bir bölümünün sadece kardiyologlar tarafından yazılabileceği bildirildi. Bir gecede alınan bu kararın uygulamasını bir düşünün.. Bulunduğunuz yerde kaç tane kardiyolog var? Var olan kardiyologların kaç tanesi iki aydan önceye randevu verebiliyor? Bu doktorlar şimdi reçete mi yazacaklar, hasta mı muayene edecekler? Bu kaosun sonucu sizce ne oldu? Söyleyeyim: genelge ertesi gün durduruldu.

Son genelge, sağlıkta tasarruf paketi olarak açıklanıyor. 660 milyon liralık bu paketi taşımak, her zamanki gibi yine eczacılara ve halka düşüyor.

Güncel soruyu tahmin etmek hiç de zor değil: Bu paket nedir ve eczacılar bu pakete karşı mıdır?

Biz eczacılar hem ucuz hem de yerli ilacı her zaman savunduk. İyi de, savunmak demek, bu konudaki her uygulamaya düşünmeden, eleştirmeden, zararları ortaya konulmadan balıklama atlamak mıdır? Üç yıl öncesine kadar 90 liraya satılan ilaç bugün 10 liraya satılıyor! Demek ki üretici hala kar edebiliyor. Peki, hükümet neden bunun hesabını sormuyor da, stoklarımızdaki pahalı alınmış ilacın satışına geçiş süreci tanımadan, bir gecede eczanelerin rafındaki zarar paraya el koyuyor?

Uygulamanın yaratacağı zarar için tepki konulunca da “İlaçların fiyatları düşüyor diye eczacılar boykot yapıyor” diyor hükümet yetkilileri. Her grev ve boykot yapan iş koluna yaptıkları gibi, bu kez de biz eczacıları halkla karşı karşıya getiriyorlar. Eminim bir kez daha yandaş medya kamera ve mikrofonu kapıp sokaklara dökülecek, halkın arasında konumlanmış kişilere soracağı çanak sorularla hükümete yarayacak yorumları yapacaktır.

Bu kargaşada dikkatten kaçmaması gereken asıl mesele, hükümetin öncelikle halkın satın aldığı ilacın fiyatını değil, kendi satın aldığı ilacın fiyatını düşürmeye çalışmasıdır. İskonto oranının %11’den %25’e çıkmasını, eczacının kazancına göz dikmekten başka nasıl açıklayabiliriz?

Kuruma bağlı bir vatandaşımızın örneğin 10 lira etiketle eczaneden satın aldığı bir ilaç için eczacı devlete 8 lira fatura keser. Devlet son genelgeyle eczacıdan 8 liraya satın aldığı ilacı, yarından itibaren 4 liraya alacağını ilan etti. Oysa bu ilacı eczacı 7 liradan alarak rafına yerleştirdi. 7 liraya alınan ilacın 4 liradan satılması isteniyor! Burada neye yanalım? Eczacının elinde bulunan ilaçların her birinden edeceği 4 liralık zarara mı; gittikçe düşen karla eczanesini çekip çeviremez duruma geleceğine mi?

Devletimiz bizim cebimizden tasarruf tedbirleri alacağına, bu 10 liralık ilacı 35 yıldır 60 liraya satan ilaç tekellerinin aktörlerini ve onların yolsuzluklarını sorgulasın. Aynı ilaç tekellerinin ödediği gezi masraflarını sorgulasın.

Bizlere “Eczanenizi boykot amaçlı kapatırsanız ilacı marketlere sokarız” diye aba altından sopa gösterenler, ilaç pazarına göz diken, sağlığı sadece parasal kazanca endeksleyen, çikletle ilacı aynı rafa koymaya zaten yıllardır hazırlanan holdinglere nasıl göz kırptıklarını anlatsınlar.

İlaç fiyatları düşsün; düşsün ama vatandaşın cebinden daha fazla para çıkmasın.İlaç üreticileri elimizdeki pahalı satın alınmış ilaçlardaki zararımızı karşılasınlar.

İlaç fiyatları düşsün; düşsün ama bu iş kazanç yüzdelerimizi, Türkiye’deki 25.000 eczanenin 15.000’ini kapattıracak kadar düşürerek olmasın.

Eczacılarına her aklına estiğinde bir genelge çıkaranlar, isterlerse bunları da sağlarlar.

Üreticiler yıllardır bu ülkede fahiş fiyatla ilaç sattılar. Yabancı sermaye bütün yerli ilaç fabrikalarımızı yok pahasına satın aldı. Üretici kazancına serbest piyasa kuralları denerek hiç dokunulmazken, eczacı kazancıyla her fırsatta oynandı.

Bu hükümet, işine gelen her uygulamanın yolunu açmak için, Avrupa Birliği söylemini kullandı. Toplumun ilerleme ve gelişme özlemlerinin bir sembolü olan AB’yi hep işine geldiği kadar kullandı. İşte şimdi tam da AB zamanı: Haydi dönüp bakalım bir kez daha AB’ye ve bu sorunu nasıl çözdüklerini irdeleyelim. Acaba onlar ne yapıyorlar da üç günde bir ortalık yangın yeri olmuyor ve eczacı itfaiye erliği değil de gerçek görevini yapabiliyor?

Örneğin, Fransa, kutu ilaç başına 0.53 euro ödüyor eczacısına. İngiltere 90 peni ödüyor. Hollanda, Almanya, Avusturya kutu başına değil, reçete başına ödeme yapıyor. Hollanda 6.10 euro, Almanya 8.3 euro ve Avusturya 4.8 euro ödüyor her bir reçete için.

İşte size çözüm yolunda atılacak bir adım saygıdeğer genelgeciler: Ödeyin hizmet bedelimizi; verin eczacılık meslek hakkımızı; siz de kurtulun biz de kurtulalım! Artık ilacın fiyatını mı indirirsiniz, muadil ilaç uygulaması mı yaparsınız, hastadan muayene ücreti mi talep edersiniz, emekli maaşlarını ilaç üzerinden kasanıza geri mi koyarsınız; sizin bileceğiniz iş. Ivır zıvırla uğraşmak yerine, biz de işimizi yaparız: İlacı anlatırız, sağlıklı kullanımını açıklarız, hastamızı takip ederiz, mesleki bilgimizi arttırırız. Eyleme, boykota değil, vatandaşa daha fazla nasıl yardımcı olacağımıza harcarız enerjimizi. Siz de bizler için hazırlayacağınız seri genelgelerden tasarrufla sağlık bütçesini denklersiniz.

Söz bitti; gösteri zamanı.Perşembe günü anahtarlarımızı SGK na teslim ediyoruz. Cuma günü eczanelerimizi kapatıp, sizlere yangını göstermek istiyoruz.

Yangın var! Eczaneler yanıyor! 25 yıldır hizmetimi esirgemediklerim, itfaiye eri eczacınıza sahip çıkın.

Sağlıkla kalın.

2

Kansızlar İçin Öneriler

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre her 4 kişiden biri demir eksikliği anemisinden etkilenmektedir. Diğer bir değişle, demir eksikliği, dünyada en sık rastlanan, kötü ve yanlış beslenmeye dayalı, önemli bir sağlık problemidir.

Psikolojik ve fiziksel gelişim, davranış ve çalışma performansı üzerindeki etkileri nedeniyle, özellikle çocuklarda bu durum ciddi bir halk sağlığı sorunudur.

Demir eksikliği, insanlarda; azalmış fiziksel kapasite ve yine azalan öğrenme kapasitesi, sinirlilik ve konsantrasyon zayıflığı, unutkanlık, enfeksiyonlara karşı dirençsizlik, saç dökülmesi,ilerlemiş durumlarda taşıkardi,kalp büyümesi gibi sorunlara yol açar.

Kan yapıcı yiyeceklerin başlıcaları, tüm kırmızı etler, yumurta, yeşil sebzeler, kuşburnu üzüm gibi meyveler ve baklagillerdir.

Tamamen sağlıklı beslenilse dahi, örneğin fazla çay tüketmek gibi alışkanlıklar, demirin emilimine engel olur ve ilaç kullanmak zorunda kalınabilir...

Ülkemizde, demir ilaçları yaygın olarak tüketilmesine ve hatta sağlık ocaklarında zaman zaman ücretsiz dağıtılmasına rağmen, yanlış kullanımına bağlı olarak yeterli etkiyi göstermez.

Demir ilaçları nasıl kullanılmalı?

Kimyasal yapısından dolayı tüm demir ilaçları mutlaka aç karnına alınmalı. Zira ilacın yapısındaki demir; peynir, süt, yoğurt gibi kalsiyumlu yiyeceklerle ve mide asidine karşı kullanılan antiasitlerle birlikte alındığında bileşik oluşturarak vücuttan atılır, dolayısıyla ilaçtan yararlanım gerçekleşmez. Aç karnına demek, ilacı alıp 1 saat sonra kahvaltı etmek demektir. Ancak hamilelerde sabah bulantıları olabileceği için kahvaltıdan 1- 2 saat sonra alması önerilir. İlacın 1 saat öncesi ve 1 saat sonrasında çay içilebilir. Özellikle portakal suyu gibi asitli meyva sularıyla kullanılması ise ilaçtan yararlanımı arttırdığından özellikle tavsiye edilir.

Gözardı edilmemesi gereken bir konu da, her ilaçta olduğu gibi, demir ilaçlarını da rastgele kullanmamak gerektiğidir. Zira demir fazlalığının da, vücudumuzda birikim yaparak bazı sağlık sorunlarına yol açtığı bir gerçektir. Bu nedenle örneğin 55 yaş üzeri multivitaminlerde demir oranı düşük tutulur.

Hekiminizin belirleyeceği zaman aralıklarıyla, basit bir kan tahlili yaptırmanız ve gerekiyorsa ilaç kullanmanız sizi, neden olduğunu fark etmediğiniz bazı rahatsızlıklardan koruyacaktır.

Sağlıkla kalın...

0

Bitkilerle gelen sağlıksızlık

Bitkilerle tedavi, günümüzde de bilimsel tıpta yaygın olarak kullanılır. Bugün eczanelerde satılan ilaçların büyük bir bölümü, tıbbi bitkilerin etken maddelerinden hazırlanmaktadır.

Hamamelis ekstreleri,valerian tentürleri,at kestanesi, papatya, sinameki, digitoksin akla ilk gelenleridir. Almanya’da fitoterapi ürünleri eczanelerin satışlarının yüzde 40'ını oluşturmaktadır ve hekim reçetelerinde yer alır.

Artık hemen her gazetede, internet sayfasında ya da televizyolardaki sağlık programlarında gün geçmiyor ki bitkilerle yapılan mucize tedavilerden bahsedilmesin. Hasta olmayagörün, bu konuda herkesin dağarcığında bir reçete var. Komşunuz, anneanneniz, arkadaşınız, dolmuşta yanınızda oturan yolcu... Hemen hepsinin reçeteleri dudaklarından dökülüverir.

Evlerde hazırlanan ıhlamur, zencefil, nane-limon, ada çayı bilinen en basit tedavi metodları değil midir?

Bitkilerle haşır neşir olurken, her birinin aynı zamanda bir zehir olabileceği, duygularımızı en hassas yerinden vuracak sağlık şarlatanları nedeniyle sağlığımızı tehdit edebileceği ne yazık ki medya da dahi göz ardı edilmektedir.

Günde 20 bin lira kazanan şarlatan doktor

Bundan 2 yıl önce Sağlık Müdürlüğü ve Eczacı Odası denetmenleriyle birlikte bir hekimin ofisine baskın yapmıştık. Baskından bir gün önce elimizde, içimizden bir arkadaşımızın yeni çekilmiş, hiçbir hastalığı olmayan rontgeniyle, aynı hekimin yolunu tuttuk. Hekim rontgene şöyle bir bakıp, hastanın akciğer kanseri olduğunu, kendisinin bunu iyileştirebileceğini söylemiş ve bize birkaç paket ot karışımıyla içinde ne olduğu belirsiz bazı sıvıları 600 TL karşılığı satmaya kalkmıştı.


Sonra ne oldu?
Baskında otlara ve sıvılara el koyduk, günlük hesap tuttuğu defterlere de... Günlük kazancı yaklaşık 20 bin lira idi, bizim kestiğimiz ceza ise 180 lira! Aynı hekimin şimdi internet üzerinden satış yaptığını hayretler içinde seyrediyoruz.

Tedavi değeri olan her tıbbi bitkinin toplama yeri, zamanı, bitkinin kurutulması, içerdiği etken madde miktarı, saklanması, kullanılacağı bölümünün (örneğin kökü, yaprağı, tohumu) belirlenmesi uzmanlık gerektirir.

Satılan bitkilerde bulunan bakteri, dışkı ve zehirler

İ.Ü Eczacılık Fakültesi tarafından yapılan bir araştırmada, aktarlarda satılan otlardan örnekler alınmış, tıbbi papatya olarak satılanın tıbbi papatya olmadığı, tüm bitkilerin arasında pek çok bakterinin, aflatoksinin, böcek artıklarının ve dışkılarının bulunduğu belirlenmiştir.

Türkiye'nin bitkileri Türkiye'ye nasıl satılıyor?

Türkiye’ nin tıbbi bitki florası hiç tartışmasız mükemmeldir. Bu şahane floranın hazinesi yabancı ülkeler tarafından talan edilmekte, bitkiler ham halleriyle, yok pahasına ihraç edilip, temizlenip, etken maddeleri ayarlanıp, şişelenmiş olarak, üstelik avuç avuç döviz ödeyerek ithal edilmektedir.

En çarpıcı örneklerden birisi deve dikenidir. Etken maddesi “silmarin” olan bu bitkinin dünyaca en makbulü Adana-Mersin arasında yetişir ki, şu anda bölgede sanayileşme çok yoğun olduğundan flora tahrip olmuştur. Bu maddeyi içeren “Mılk Thıstle” ise eczanelerimizde ithal ürün olarak, alkolün karaciğer üzerindeki olumsuz etkilerini yok etme özelliğiyle şişesi yaklaşık 40 TL'ye satılır.

Kuru nanede kuma, bitki çayında hareket edenlere bakın!

Siz siz olun, kullandığınız ya da kullanacağınız tüm bitkileri mercekten geçirin, hazır aldığınız kuru naneyi bir bardak suda ıslatın ve bardağın dibine çöken kumu seyredin...
Aldığınız bitki çaylarının önce bir poşetini ziyan edin, bir beyaz kağıdın üzerine dökün, hareket eden bir şeyler var mı izleyin.
Kimyonunuzu, karabiberinizi tane alın, yıkayın, kavurun ve öğütün.

Benden söylemesi, bitkiler aleminde her söylenene inanmayın, üç kuruşa insanların duygularını sömürerek en onulmaz hastalıklardan dahi kurtaracaklarını vaat eden sağlık tacirlerine asla kanmayın ve lütfen mutlaka bir uzmana danışın.
Sağlıkla kalın...

0

Arka sokaklarda neler oluyor?

Dün akşam, eczacı arkadaş grubumuzun olağan buluşması vardı.

Bu buluşmalar, sosyallik duygusu ve bilgi birikimlerimizi birbirimize aktarma olanağı verdiği için, çok istekle beklenir. Böyle akşamlarda biraz soluklanır, kendimize geliriz.

Toplantılarda ortaya güncel birkaç konu atılır; konuşmalar bu konulardan biri üzerinde yoğunlaşır. Bu seferki lider konu, tahmin edersiniz, H1N1 idi.

Grubumuzda bulvar ve ana caddede eczanesi olan da var, arka sokaklarda eczanesi olan da. Herkes birbirine günlük maceralarından seçmeler anlatırken, söz dönüp dolaşıp hasta davranışları ve tüketilen ilaç çeşitlerine geldi.

Bir de baktık ki, bazılarımız deliler gibi grip ilacı peşine düşmüş ve depolarla saç baş kavgaya tutuşmuşken, bazılarımız Aladağ’dan serin! Evet, griple ilgililer, ama tamiflu bulabilmek telaşında da değiller. Varsa yoksa jel, maske, bağışıklık sistemi destek ürünleri peşindeler.

Konuştukça daha da iyi anladık; her zaman olduğu gibi bu vakada da bulvar ve arka sokak hasta davranışı birbirinden çok ama çok farklı.

Bulvardaki insan, bırakın ilacı, bebeğine mama alırken dahi son kullanma tarihine değil, üretim tarihine bakıyor. Rafdaki kutuları tek tek indirtip, üretim tarihi en yakın olanı arıyor.

Arka sokaklarda ise tarihe değil, doğrudan fiyata bakılıp en ucuz aranıyor.

Bulvar sakini, grip salgınından korkuyor; her haberi ve gelişmeyi anlık takip ediyor. Beslenmesi iyi. Koruyucu ilaçlar kullanıyor. Hijyene dikkat ediyor. Hapşırsa doktora koşuyor. Önlem olsun diye deliler gibi tamiflu stokluyor; hatta, ‘neme lazım, ben günde bir tane içeyim’ diyor.

İmmun sistem güçlendiricilerini, beta glukanları, C, D ağırlıklı multivitaminleri, arka arkaya yutuyor ve ailenin kedisine varana dek her bir bireyine de yutturuyor.

Zaten hangi hastalığın haberi yayılsa, o çoktaaan tüm detayı öğrenmiş ve stoklarını oluşturmuştur. Bunu bilip, kimi zaman onlardan ‘depo desteği’ aldığımız olmuştur.

Bulvarda salgından öyle korkuluyor ki, öksüren en yakın can ciğer komşu dahi olsa, eve kabul edilmiyor. Tedbiri takıntılı haline getirip, anti bakteriyel jel alerjisisinden hastaneye kaldırılan var.

Sınıfta bir arkadaşının ateşi çıktı diye, bulvar çocuğu bir hafta okula gönderilmiyor. Tabi bu arada, hasta çocuğu bulup okuldan uzaklaştırması için, okul yönetimine nasıl bir baskı uygulandığını varın siz düşünün.

Bulvar hastası nezle olsa, doktora gidiyor; sağlığının iyi olduğu aklına yatana dek bilumum tahlil ve tetkiklerden geçiyor. Hekim arkadaşlarımızdan duyuyoruz: ‘H1N1 değilsiniz’ dedikleri zaman inanmayıp, illaki bir enfeksiyon hastalıkları uzmanına da görünüyorlar.

Arka sokaklarda ise çocuklar zaten hep bronşitli ve çok sık hasta oluyorlar.

Pek çoğunda kronik hastalıklar mevcut.

Akraba evliliği anomalilerine sıklıkla rastlanıyor.

Vücutlarını, ellerini pek sık yıkamıyorlar.

Dezenfektan jellere harcayacak paraları yok.

Sosyal güvenlik kurumlarının ödemediği hiçbir ilacı almıyorlar.

Kötü besleniyorlar.

Çok sık ve bilinçsizce ilaç kullanıyorlar; doz, saat aralığı, ilacı tamamen bitirme kurallarına uyana pek rastlanmıyor.

İlaç kullanımları komşu tavsiyesine göre oluyor; neredeyse birbirilerini muayene edip, reçete yazıyorlar. Aile sağlığı hekimlerine istedikleri ilaçları reçeteye yazması için baskı yapıyorlar.

Arka sokaklarda öksüren, aksıran, ateşten yanan, yatak döşek yatan komşuya, kundaktaki bebek de dahil olmak üzere, topluca geçmiş olsuna gidiliyor.

Bulvarda H1N1’in sadece rivayeti ve korkusu dolaşıyor, belki bir ara kendi de şöyle bir uğruyor. Hastalığa yakalan olursa, ‘abartıldığı kadar da değilmiş, işte birkaç günde geçti’ diyor.

Arka sokaklardaysa virüsün korkusu değil, bizzat kendisi dolaşıyor. Dolaşmakla da kalmayıp, uzun süreli kamp kuruyor. Hastalığa mutlaka yakalanıyor, ‘kısmet’ diyor.

Bulvar ile arka sokak arasındaki uçurum günden güne büyüyor, çünkü bulvardaki evde en çok üç çocuk var, arka sokaktakinde en az üç çocuk.

En az üç çocuk yapın derken, onların okuma, iş bulma hakkını da bir kenara bırakın, bu günü yaşama hakkına en az bizim kadar yakından bakın.

0

Yayılmasın da ne yapsın?

Tam 24 saat süren bir eczane nöbetinden çıktım.

Nöbetten mi yoksa savaştan mı çıktım bilemiyorum.

Karşıladığımız 738 adet reçetenin 572 tanesinde teşhis grip, kalanın büyük bölümünde ise üst solunum yolu enfeksiyonuydu.

Sadece tek bir doktor 340 reçete yazmıştı; üç yüz kırk reçete! Gözünüzde canlandırın lütfen, olması gerekeni elbette; hasta içeri giriyor, derdini anlatıyor, muayene oluyor, ilaçları yazılıyor, açıklama yapılıyor. Bu işlemlerin tamamı için kaç dakika lazım sizce? Hadi beş dakika diyelim. Demek ki bu reçeteyi getiren hastaları muayene eden doktorun aralıksız 28 saat işlem yapması lazım. Yemeyecek, içmeyecek, dinlenmeyecek hizmet verecek. Üstelik, hizmeti de doğru verecek.

Reçete adedi demek, o adette hasta demek. Bebeği, çocuğu, yaşlısıyla büyük bir panik içinde hastane servislerini doldurmuş bir dolu insan demek. Kaldı ki, reçete adedini en az üçle çarpmak lazım: Bir reçete, en az üç kişi. Asla bir veya iki kişi gitmiyor halkımız doktora ve eczaneye; aile boyu oradalar. Çekirdek hasta ailesi kaynana, kayınpeder anne, baba, çocuk, gelinden oluşuyor.

738 reçetenin kapımıza yığdığı yaklaşık üç bin kişilik bir kalabalığın yaratacağı izdihamı bir düşünün. Bu insanların hap kadar eczaneye nasıl sığabildiğini ve hizmet alabildiğini, ilaç stoklarının yetersizliğinden doğan kavgaları bir tahmin edin.

Eczaneler ve ilaç depolardaki bütün dezenfektan jeller, maskeler, galoşlar, bağışıklık sistemi kuvvetlendiriciler tükendi.

Buna biraz da sevinirken, suyla sabunla daha bir samimi olundu, devlet okullarına ilk defa dezenfektan jeller ve kağıt havlu kondu, şapur şupur öpüşmeler azaldı, artık virüs baskılanır derken, en olmaması gereken şey oldu: Virüs kendisi için hayal edemeyeceği bir yayılma ortamı buldu: Kalabalık ve kontrolsüz bir kitle! Bir virüs için ne verimli bir kalabalık: Bir hasta, bin aday!

Tüm varsayımlar, ülkemizde grip virüsünün önümüzdeki iki ay boyunca şiddetle yayılacağı üzerinde yoğunlaşıyor. Ve maalesef, bireysel olarak alacağımız tedbirler, kitlesel olarak maruz kaldığımız tehlikeyi önlemiyor.

En acil şekilde virüsün kitle etkisini yok etmemiz gereklidir.

İnsanlarımızın kalabalıklar halinde kapılarına yığıldığı sağlık kurum ve kuruluşları, nöbetçi eczane ve nöbetçi acil hekimlerinin sayılarını bir an önce arttırmalıdır.

Ayrıca temizlik jellerinde olduğu gibi ilaç konusunda da olası sıkıntılara karşı acilen önlemler alınmalıdır.

Eczanelerin ellerindeki stoklar sınırlı olduğundan, bu eczanelere ilaç temin eden depoların da böyle olağanüstü dönemde 24 saat açık hale getirilmesi zorunludur.

Gecenin bir yarısında, hastanın çocuğuna ilaç bulabilmek için, her biri ayrı semtlerdeki eczaneleri gezmesi, eczacının hastasına ihtiyaç duyduğu ilacı temin edememesi yanında, aşı polemiği solda sıfır kalır.

Hasta yığılmış, reçete işlemlerini beklemeye tahammülü yok; bir yandan reçetesini hazırlarken diğer yandan da muayene ücretlerini anlatıyorsunuz.

SSK’lı mı, Bağkur’lu mu, yeşil kartlı mı, emekli mi, çalışan mı, hasta mı yoksa hasta yakını mı gibi en temel konularda kendisini ifade edemiyor. Adını, soyadını yazıp imzalamasını istiyorsunuz; okuma yazması olmadığını söylüyor, bunu sizin yapmanızı istiyor.

Kurum bilgisayarları aşırı yükten tıkanmış, provizyon almanız dakikalarca sürüyor.

İnsanımız artık her şeyden kuşku duyduğundan, ilacı eline almış, reçetedeki ile aynı mı diye kontrol üzerine kontrol ediyor. Meslek hayatımızda ilk kez ilaç kutusu üzerindeki barkodu okuyup, diğer hastadaki birebir aynı kutunun barkoduyla karşılaştıran hasta görüyoruz.

Bu arada öksüren, hapşıran, aynı pis havayı soluyan hasta ve çekirdek aile refakatçileri, kurunun yanında yaş da gider mantığıyla harmanlanıyor.

Bu kalabalıkta, böyle kargaşada, virüs keyifle yayılıyor.

Can kayıplarının artmaması için, sağlık birimlerindeki hasta ve yakınlarından oluşan kalabalıkların derhal yok edilmesi gerekiyor.

Sağlıkla kalın.

0

Büyük Şeylerin Küçük İşaretleri

Sıradan bir karşılaşmaydı; rastlantı eseri aynı anda evine dönen komşuyla asansörde öylesine bir selamlaşmaydı. Ancak, bu kısacık asansör yolculuğunun sonucunun bu kadar sıradışı olacağını ikimiz de bilemezdik.

Bilirsiniz, kalabalık sitelerde komşular arasında pek fazla yakınlaşma olmaz. Herkes bir diğerini gereği kadar selamlar. Dar zamanlarda kısa sohbetler bile olanaksızdır. Asansör beklerken veya asansöre birlikte binmişken belki bir iki kelime söylenir. Fakat bazen de öyle sıra dışı bir şey olur ki, sizi bu silik komşuluk ilişkisinden bambaşka bir netliğe taşır.

Olmasa olmazımız var ya, cep telefonumuz. En çalmaması gereken yerde çalar ya, komşumun ki de işte asansörde çaldı. Telefonun ekranına baktı, bana dönerek mahcup bir gülümsemeyle , “kızım, pardon” dedi.

Kızı ona her ne dediyse, beti benzi attı, kısacık bir “tamam, bekle, geliyorum” cevabıyla kapattı. “İzin verirseniz stop’a basalım, benim hemen aşağı inmem lazım da..” dedi.

Bastık ve geri inmeye başladık. Bu arada doğal olarak durumu öğrenmek istedim. Üzüntüyle, “ Ne yapacağımı şaşırdım. Kız üniversite birde. Geçen seneden beri tuhaf bir durum var, orada burada yığılıp kalıyor. Bir yorgunluk, bir halsizlik, bir çelimsizlik. İyice mıymıntı bir şey olup çıktı. Sürekli nezle, burnu tıkalı, gözü yaşarıyor. Bir elinde burun damlası, diğerinde göz damlası. Marketten eve küçücük bir alışveriş poşetini taşıyamıyor da şimdi beni çağırıyor eşek kadar kız.”

Doktor, tahlil gibi soruları sordum adet yerini bulsun diye, çünkü alacağım cevabı da, durumun ne olduğunu da aşağı yukarı biliyordum: “Yok, hiçbir şeyi yok diyorlar. Şaşırdık kaldık” dedi. Bence olay çok netti de.. bunu nasıl söyleyebilirdim bir anneye?

Yapabileceğim tek şey birlikte markete gidip kızı görmekti. Market dediysem, sitenin içinde, otuz metre uzakta.

Maalesef profili tam tahmin ettiğim gibiydi: Açık uçuk bir beniz, hafif nemli az kanlı gözler, boş anlamsız bakışlar, sıra dışı göz bebekleri, arada bir fırt fırt çekilen burun, yerli yersiz ve illa ki aşırı tepkiler...

Dairelerine kadar eşlik ettim, çünkü niyetim belliydi: Olay yeri inceleme. İsimlerini tahmin ettiğim damlaları gördüm, ayaküstü soracaklarımı sordum, alacağım cevapları da aldım.

Eczacı olduğumu bildiği için komşum fikrimi sordu elbette. Ben de onun dikkatini, neden sadece bu damlaların kullanıldığına çekmeye çalıştım. Bir fikri yoktu, kızının sadece bunlarla rahatladığını biliyordu. Benzer olaylardan ve dolambaçlı yollardan sonuca varırsam kabulünün daha az hasarla atlatılacağını düşünerek lafa başladım:

“Şimdi sizin de içinde bulunduğunuz durum gibi, ben de mesleğe yeni başladığım dönemlerde, bazı ilaçların neden bu kadar çok kullanıldığına bir türlü anlam veremezdim. Örneğin, bunaltıcı yaz sıcağında, soğuk algınlığı için kullanılan tabletten neden bir öğrencinin beş kutu birden aldığını ya da bir öksürük şurubunun neden on kutu birden satıldığını anlayamazdım. Zararsız görünen bir grup ilaç, o yıllarda henüz sağlık bakanlığı tarafından, takibi zorunlu reçeteli ilaçlar kapsamına alınmamıştı; hasta parasını verip istediği kadar alıyordu.

Bir gün gözlerime inanamadım. Gencecik bir adam öksürük şurubunu aldı, kapının önüne çıktı, kutuyu açtı ve şişeyi kafasına dikti. Yine başka günlerde, bir blisteri, yani yaklaşık 10 tableti bir defada içen çok sayıda lise öğrencisi gördüm.

Araştırınca anladım ki, bu ilaçların terkibinde bulunan pseudo efedrin, kodein fosfat gibi maddeler hem alışkanlık yapıyor hem de uyuşturucu etkisi gösteriyorlardı! Gencecik vücutlar, bu basit gibi görünen kimyasallarla yola çıkıp, sonra telafisi mümkün olmayan uyuşturucu dünyasına kayıyorlardı.

Şimdi eczaneden içeri giren, bir insülin enjektörü veya ikilik enjektör isteyen her gence üzülerek bakıyorum. Ertesi gün aynı kişi tekrar aynı şeyleri almak için geliyorsa kahroluyorum.

Tabi ki kızınızın durumu bu değil, o sadece göz ve burun damlası kullanma alışkanlığında. Gözümüzün önünde yaşanan bu, ancak, görmediğimizi bilemeyiz.

Şimdi sevgili komşum, şöyle bir durum da var, madde bağımlısı gençler çevrelerine bazı ipuçları verir: Genel davranış değişimlerinin yanı sıra, kodein, morfin gibi madde bağımlılarının gözbebekleri iğne deliği kadar küçülür; barbitürat, sedatif ve tranklızan bağımlılarının gözbebeği ise aksine çok büyür.

Bir çocuğun gözleri, hep yeni ağlamış da kızarmış gibi oluyorsa dikkat etmek lazım. Bize gece nöbetlerimizde hep bu durumda gelirler ve çok sık gelirler, antiallerjik göz damlası isterler.

Çevremizde masum burun damlası bağımlıları da vardır, ama şöyle bir durum da vardır: Kokainmanların burun septumunda dejenerasyon oluştuğundan, bir süre sonra burun damlasız nefes alamazlar.

Emin olun çok sık yaşıyoruz, bazen anneler gelir, akşamın ilerleyen saatlerinde; utana, sıkıla, sorsam mı, sormasam mı tedirginliğiyle, ceplerinden, bir peçeteye sarılı tablet veya kapsüller çıkarırlar. Alır, inceler ve anlatırız. Getirdiklerinin çok azı masumdur; pek çoğu ise normal bir insanı öldürecek kadar tehlikelidir.

O anneler de önce inanmak istemezler ama sonra başka bir gün yine gelirler, daha çaresiz, daha perişan. Hiçbir annenin ve babanın bu kederi yaşamaması gerek. Onun için önce karşı çıkmak yerine, sakince araştırma yapmak gerek.

Dedim.

Sonrasını demeyeceğim.

Sağlıkla kalın.

2

Ağrımıyor, uyuşuyoruz.

Birkaç yıl öncesine kadar eczanelerimizde basit ağrı kesicileri, çok fazla miktarda stoklardık.

Son beş yılda öyle bir sosyal değişim yaşadık ki, satılan ilaçlar da bundan nasibini aldı: Sanki insanların bir yerleri ağrımaz oldu; her gün onlarca kutu sattığımız ağrı kesicilere raflarımızda ayırdığımız yer azalmaya başladı.

Teknoloji, bilgisayarın bir tuşuna bastığımızda hangi ilaçtan kaç kutu sattığımızı gösteriyor.
Görüyoruz ki, en çok satılan ilaçlar, ne yazık ki antidepresanlar.

Moda, sadece giyime, takıya ait bir kavram olmaktan çıkalı çok oluyor. İn’ler Out’lar her şeyi kapsama alanına almış durumda.

Şımarık, arsız çocuk yok günümüzde, onlara hiperaktif deniyor. Hiperaktif çocuğa sahip olmak ve onu özgür! olarak yetiştirmek, in!

Telaşlı, kuruntulu, bir kişilik de yok, panik atak tiplemesi var. Panik atak, in!

Üniversite sınavına hazırlanan her öğrenci bunalımda, kadın,erkek, çalışanlar,çalışmayanlar derin depresyonda, okul başarısı düşük çocuk ise büyük bir stres altında. Zaten bunlar hep in

Bunlara bağlı olarak da başka bir in! çıkıyor ortaya: Antidepresan!

Tüm ağrıları depresyona bağlayarak çözüm aradığınızda, artık beyaz reçetelerdeki ağrı kesiciyi değil, rengarenk reçetelerdeki ilacı kullanırsınız. Ve elbette antidepresanın uyuşturduğu beyin, sıra dışı şiddette olmadıkça ağrıyı algılamaz.

Peki, bu antidepresan neyin nesidir ve ona nasıl yaklaşmalıyız?

Antidepresan’ın içindeki etken madde, serotonine etki eder.

Bir sinir ileti kimyasalı olan serotonin ise mutluluk hormonunu harekete geçiren en önemli maddedir; duyguları, iştahı, ağrıyı ve vücudumuzun ısı kontrolünü sağlar.

Bu ilaçlarla tedaviye başlanıldığında, ilk etki üç hafta sonra görülür. “Sıkıntılıyım, bir ilaç atıp rahatlayayım” durumu söz konusu olamaz.

Ve en kısa kullanım süresi üç aydır. İlaca başladıktan bir ay sonra “bugün kendimi iyi hissediyorum, ilacı kullanmayayım” diyemezsiniz.

Antidepresan ilaca doktor tavsiyesiyle başlanır ve doktorun uygun gördüğü zamanda, bir plan dahilinde doz yavaş yavaş azaltılarak ilacın kullanımı sonlandırılır; “İyileştim, bırakıyorum” şeklinde ilacı bırakamazsınız.

Bunların aksini yaptığınızda, düzenli kullanmayıp, zamanından önce kendi kendinize bırakmaya ilacı karar verdiğinizde ne olur?

Serotonin düzeyiniz, dolayısıyla hayatınız altüst olur! Depresyon tablonuz sil baştan yenilenir; kendinizi dibe vurmuş hissedersiniz.

Çok sık karşılaştığımız durumlardan biri de, bu ilaçları işlerine gelen şekilde yorumladıkları yan etkilerinden dolayı kullanmak isteyen hastalarımızdır. “Arkadaşım kullandı, çok kilo verdi, ben de kullanmak istiyorum” diyen hasta sayısı emin olun ki çok fazladır. Oysa bu grup ilaçlar serotonin düzeyi normal seyrinde giden insanların iştahını azaltmaz da çoğaltmaz da.
Kaldı ki, depresyon hastası ya çok iştahsızdır ya da aksine iştahı çok fazla açıktır; iştah durumu teşhis ve tedavinin türüne göre değişir.

O kadar çok olumsuz yan etkileri vardır ki, her kutusunu hastaya sunarken, elimiz titrer.

Ağız kuruluğu, terleme artışı, bulantı, baş dönmesi, kabızlık, uyuklama, halsizlik, cinsel isteksizlik bilinen sıradan yan etkilerdir. Pek bilinmeyen ve bizi çok korkutan bir başka yan etki ise, ilacın 24 yaş altındaki kullanıcıda intihara teşebbüs dürtüsü sağlamasıdır. Bu yaş grubundakilerin antidepresan ilaç kullandığı sürece, aileleri tarafından izlenmesi gerekir.

Üzücü ve ürkütücü olan, tüm yan etkilerine ve yararlarının da tartışılmasına rağmen, dünyada ve ülkemizde son üç yılda antidepresan kullanımında %120 artış yaşanmasıdır.

Artık yaşamın acı, keder, telaş, sıkıntı, sorumluluk, umutsuzluklarını algılamaması için beynimizi engellemeye çalışıyoruz.

Artık daha az ağrıyor, daha çok uyuşuyoruz.

0

Yazmayıp ne yapayım?

Hastalandınız..

Baktınız ki olacak gibi değil; soluğu bir hastanede aldınız..

Kolunuzu kaldırmaya haliniz yok; doktor, in,soyun,röntgen,giyin, tahlil,çık, işkence.

Neyse, önemli bir şey değilmiş, öyle dedi doktorunuz, içiniz rahatladı.

Kaşe, mühür, imza.. Ve nihayet: Derdinizin dermanı reçeteniz elinizde!

Bir an önce evinize gidip dinlenme telaşı içinde, attınız kendinizi en yakın eczaneye,.

Beş on dakika sonra tumba yatak diye sevinmektesiniz, ama çok yanılmaktasınız; kader ağlarını sizin için inceden inceye örmekte...

Eczanedeki işiniz, düşündüğünüz gibi kısacık bir soluklanma değil, nefes nefese kalacağınız, başarıyla tamamlaması sağlıklı insandan bile beklenmeyecek, adrenalin yüklü bir maceradır.

Ve bu macera aşağı yukarı şöyle yaşanır:

Hoş geldiniz, geçmiş olsun!

Teşekkürler..Şu ilaçları alacaktım.

Tabi. Yalnız sormam gerek, aynısı mı, olsun benzerleri mi?

Nasıl yani?

Eğer reçetedeki ilaçların aynısını alırsanız, devlet tamamını ödemez; o ilacın en ucuzuyla, reçetedeki ilacın arasındaki farkı size ödetir.

Peki, öderim,ama biraz çabuk

Üzgünüm, biraz zaman alacak; ilaçlarınıza internet üzerinden provizyon almalıyım.

Tamam bekliyorum.

Birkaç dakika içerisinde SGK sitesine hasta bilgileri girilir; provizyon ekrandadır. Eczacınız ekranda gördükleri doğrultusunda sizi bilgilendirmeye devam eder:

Reçetenizdeki iki ilacı devlet ödemiyor; paranızla alacaksınız. Ayrıca özel hastaneye gittiğiniz için 3 TL muayene ücreti ödeyeceksiniz.

Nasıl yani? Devletin ödediği ilacın farkını ödüyorum; ödemediği ilacın tamamını ödüyorum. Biraz önce zaten hastaneye 20 lira ödedim. Bir de tahlil röntgen farkı dediler, 50 lira da öyle bayıldım. Şimdi bir de 3 lira mı çıktı?

Çok haklısınız ama kötü haberi daha söylemedim. Ekranda gördüğüm kadarıyla, geçen sene tam beş defa devlet hastanesine ve özel hastanelere gittiğiniz için ayrıca 52 TL daha muayene ücreti ödeyeceksiniz.

Eczacı hanım, sabrım tükeniyor. Bırakın ekranı, ben bu reçetemdeki ilaçları paramla alırsam ne öderim?

Reçetedeki ilaçlar için sadece 22 lira. Fakat her hangi bir gün tekrar hastalanır ve ilaç almak zorunda kalırsanız, az önce saydığım ücretlerin hepsini ödemek zorunda kalırsınız. Bu ekrandaki kayıtlar peşinizden geliyor.

Al kardeşim, bu kredi kartım. Ne kadar istiyorlarsa çek. Hatta otopark parası da çek; az önce hastanenin önüne arabamı park etmiştim. Şimdi bunlar bunu da ekrana yazarlar; gelecek sefer eczanede rezil olmayayım. Ver ilaçlarımı da bir an önce, yoksa ben burada kalp krizi geçirip hastane mastane bir daha çekemem. Hatta bana bir tane de kuvvetli sinir ilacı ver. Bir daha hasta olursam, olur da hastaneye gidersem, gider de eczaneye gelirsem…

Diye söylenerek hışımla eczaneden çıkarsınız.

Bu sırada eczacı da arkanızdan seslenmektedir:

Beyefendi, beyefendi bir dakika! Ama ben ilacınızı tarif etmedim daha.

İşte böyle Sevgili Okur, her gün, eczanemde, hastalarıma yeni düzenlemeleri, yeni düzenlemelerin düzenlemelerini anlatmaya çalışırken, asıl yapmam gereken şeyi, ilaçları nasıl kullanılacağının tarifini gerektiği gibi yapamıyorum.

Mesleğimde her şey o kadar sık değiştiriliyor ki, işimi yapamamanın üzüntüsünü dahi gerektiği gibi yaşayamadan bir sonraki hastama koşuyorum.

Anlatamadıklarımı, gece yarıları oturup sizler için yazıyorum.

Sağlıkla kalın..

0

Domuz gribi bahane, 'antibiyotik’ten konuşmak şahane

Yazı ve yaz hastalıklarını yavaş yavaş geride bırakıyor, bir ısınan bir serinleyen, bize ne giyeceğimizi şaşırtan, yeni virüslerle dolu yeni bir mevsimin hava sahasına giriyoruz.

Girer girmez de, en popüler virüsümüz H1N1’le, diğer adıyla, Domuz Gribi’yle burun buruna geliyoruz..

Bu güne dek binlerce hastalık, ilaç, aşı ve mama için spekülasyon yapıldı. Ancak, kuşkusuz en popüleri, Domuz Gribi oldu ve çözümün ne olabileceği tartışmaları gündemin ilk sıralarında yer alıyor.

Gazete ve ekranlarda bu illetin aşısıyla, ilacıyla ilgili gürültü ve karmaşa sürüp gidiyor.

İzleyici ve okur da bu toz duman, bu kafa karışıklığı arasında panikleyerek, kendine en iyi geldiğini kendince test edip onaylamış olduğu antibiyotiklerin peşine düşüyor. Eczanemde her gün artan sayıda insanda bunu görüyor ve aksi için mücadele ediyorum.

Kendisine “tedbir amaçlı ön antibiyotik tedavi uygulayan” hasta adayına elimden, dilimden geldiğince anlatıyorum: Koyun, keçi, tavuk, devekuşu, domuz.. fark etmez. Adı her ne olursa olsun, grip viral bir hastalıktır. Çok kolay bulaşır. Tedbiri ayrı bir konu, tedavisinin en iyi yolu yatak istirahatıdır.

Viral, yani virüsle bulaşan hastalıklarda, en sık yapılan hata antibiyotik kullanmaktır.

İşte Sevgili Okur, bu günkü konumuz da antibiyotiklerin doğru ve yanlış kullanımıdır.

Hasta ve hasta adaylarıma her gün saatler boyunca kan ter içinde anlatmaya çalıştıklarımdan sizleri eksik bırakmak istemem.

Antibiyotikler, tüm ilaçlar gibi, asla rastgele kullanılmamalıdır. Mutlaka doktor tavsiyesi ile ve düzenli saat aralıklarıyla alınmalıdır. Yeterli dozda ve düzenli olarak alınmazsa, hem enfeksiyon tedavi edilmez hem de yok etmeye çalıştığımız mikroorganizma o antibiotiğe karşı direnç kazanır.

Doz aralıkları o antibiotiğin kan serumundaki yarılanma ömrüne göre ayarlanır. Yani amaç ilacın aynı etkin konsantrasyonda kalmasını ve mikroorganizmanın ölümünü sağlamaktır.

Bazı antibiyotikler yiyecekle birlikte alınır; burada amaç, bulantı, mide rahatsızlığı gibi istenmeyen etkileri azaltmaktır. Ancak azitromisin, tetrasiklin gibi madde içerenler ise aç karınla kullanılır. Zira bu gruplar süt, peynir gibi kalsiyum içeren gıdalar ve antiasitlerle beraber alındığında bileşik oluşturarak vücuttan atılır. Dolayısıyla istenen etki oluşmaz.

Aç karınla ilaç kullanmak ne demektir?

Öncelikle, “Aç karın, hiç yemek yememiş insanın karnıdır” ezberimizi bozalım.

İlaç kullanımında “aç karın” bir zaman aralığını tanımlamak için kullanılır ve “yemekten en az bir saat önce ya da iki saat sonraki zaman dilimidir”.

Bir örnekleme yapacak olursak: 24 saatte bir kez aç karınla kullanılan azitromisin etken maddeli ilaç, kahvaltıdan iki saat sonra, öğlen yemeğinizden de bir saat önce kullanılmalıdır. Ve elbette düzenli olarak her gün aynı saatte. Ve “ben artık kendimi iyi hissediyorum, fazladan ilaç kullanmayayım” demeksizin, verilen ilacın tamamı bitene kadar.

Ülkemizdeki bilinçsiz antibiyotik kullanımı, vücudumuz için zararlı olan mikroorganizmalara direnç kazandırarak, istenmeyen pek çok soruna yol açmaktadır. Bu sorunların en önemlilerinden biri, daha az yan etkili antibiyotik kullanılarak bir hastalık tedavi edilebilecekken, geniş spektrumlu, fazla yan etkileri olan antibiyotik kullanılması zorunlu hale gelmiştir. Doğal olarak bu durum da beraberindeki beklenmedik diğer etkiler nedeniyle vücudun savunma sisteminde yeni açıklar oluşturmaktadır. Yanı sıra, ilaç harcamalarındaki artış sonucu bireysel ve ulusal bütçemiz de zarar görmektedir.

Antibiyotik kullanımında çok sık yapılan diğer bir hata ise; herhangi bir antibiotiğin vücuttaki tüm enfeksiyonlara iyi geldiği inancıdır. Oysa bir diş apsesinde ya da boğaz enfeksiyonunda veya bir idrar yolu enfeksiyonunda kullanılacak ilaçlar ve dozları elbette farklıdır.

En pahalı antibiyotik en iyisi değildir.

En yüksek dozda antibiyotik kullanmak en etkin tedavi değildir. Sizi o gün ayağa kaldırabilir ama vücudunuza verdiği zarar bir müddet sonra ortaya çıkacaktır.

Kullanırken çok dikkatli olmak gerektiğini zaten adı da anlatmıyor mu? Adı:Antibiyotik!

Anti-biotik, yani canlıya karşı; vücuttaki zararlı canlıya karşı görev yapıyor. İyi de, bu görevli, vücuttaki zararlı bakterileri öldürürken iyileri de yok eder. Ağız, barsak, mide florasını değiştirir, bağışıklık sistemini bozar.

Kullanımında ne denli dikkat gerektiğinin altını çizebilmek adına, İngiltere uygulamasını aktarayım: İngiltere’de azitromisin grubu antibiyotikler iki yaşın altında asla reçetelenemez. On sekiz yaş altında ise doktor heyeti raporuyla kullanılabilir. Bilmem, anlatabiliyor muyum?

Lütfen antibiyotik kullanırken doktorunuza ve eczacınıza danışın. İlacınızın hangi etken maddeyi barındırdığını bilmek, vücudunuzun neresi için ve nasıl kullanılacağının yol haritasını belirleyen en önemli unsurdur. İlacınızın adından çok kimyasal içeriği önemlidir.

Yetkin sağlık insanlarının gerekli gördüğü hallerde de lütfen doğru ilacı, doğru saatte, doğru koşulda, doğru dozda ve doğru süre boyunca kullanın.

Sağlıkla kalın..

Dip Not: İlaç ismi vermek yerine, tüm ilaç isimlerini kapsayacak şekilde azitromisin, tetrasiklin maddesi içeren antibiyotikler gibi genellemeler yaptığımı ve bu tarzı tüm yazılarımda kullanacağımı, detay ve özel açıklamalara e-mail adresime göndereceğiniz mesajlara vereceğim cevaplarda yer vereceğimi, tekrar hatırlatırım

3

Eczacınız en yakın sağlık danışmanınızdır

Merhaba Sevgili Okur,

Bu bir tanışma yazısı.

Ben bir anne; bir kız kardeş; bir arkadaş; bir sırdaş danışman; bir hasta yakınıyım..

Her yıl eğittiğim yüzlerce eczane teknisyeninin öğretmeniyim.

27 yıldır mesleğimde edindiğim bilgi birikimini sizlerle paylaşmayı arzulayan bir eczacıyım.

Bu sayfada sizlerle çok şey paylaşacağım:

İlacın, gerçek anlamda ne olduğunu..

Hangi ilacın, hangi diğer ilaçla olumlu veya olumsuz etkileştiğini..

Reçetedeki ilaçları hangi gıdalarla kullanmamak gerektiğini..

Kişiye özel ilacın ne olduğunu..

İnternet üzerinden pazarlanan ilaçların güvenilirliğini..

Hangi diyetin kiloyu doğru dengeleyip, hangisinin kalıcı hasar verdiğini..

Tedavide bitkisel ürünlerin yerini..

İlaç kullanmaya direnmenin, neden çok ilaç kullanmak kadar zararlı olduğunu..

Ve daha pek çok şeyi..

Bu paylaşımda bilimsel ama mümkün olduğunca anlaşılır ve yalın bir dil kullanacağım.

Fakat bu sayfada sizlerle bazı şeyleri de özellikle paylaşmayacağım:

İlaçların ticari adlarını yazmayacağım.

Kendi çocuğumda kullanmaktan sakındığım hiçbir ilacı size önermeyeceğim.

Hiçbir ürünü size pazarlamayacağım.

Ama size sırf ticari amaçla pazarlanmaya çalışılan ürünlerin de karşısında duracağım.

Paylaşacaklarım ve paylaşmayacaklarım, her gün zevkle açtığım ve her akşam bir sonraki günün heyecanını duyarak kapattığım, eczanemde yaşadıklarımdır.

Yaşadıklarıma zenginlik katacak istek, öneri ve sorularınızı bekliyorum.

Unutmayın, eczacınız en yakın sağlık danışmanınızdır.

Sağlıklı günlerde buluşmak dileğiyle.